pendik escort bayan
ozmenpc.comtr
ak
Abdülkadir ERKAHRAMAN
Köşe Yazarı
Abdülkadir ERKAHRAMAN
 

TÜRDEF ;80 SENEDİR HİÇ BİTMEYEN GAZZE ,BATI ŞERİA,FİLİSTİN ,İSRAİL,ORTADOĞU DİZİ FİLMİNİ SEYRETMEYE DOYAMADIK.HALA SEYRETMEYE DEVAMMI ?İSTERSENİZ OSKAR ÖDÜLÜ VERİP FİNAL YAPALIM.BU DÜNYANIN EN UZUN DİZİSİ VE FİLİMİ?

Gazze, İsrail terör devletinin ablukası altında. İsrail, Yahudilerin kendilerine yaptığı zulmün kat be kat fazlasını Batılılara değil Müslümanlara / Filistinlilere yapıyor! Dünyanın en yoğun nüfuslu, en kıstırılmış, en kuşatılmış, her bakımdan en prangalı şehrini, elektriğini, suyunu, gıda akışını keserek ölüme mahkûm ediyor! İnsanları, yerleşim yerlerini kitlesel katliama tabi tutuyor! İnsanlık suçu işliyor! İsrail işlediği katliamın bedelini ödeyecek er ya da geç! Biraz derine dalalım, İsrail’in yapmak istediği şeyi daha etraflıca anlamaya çalışalım…   FİLİSTİN, BİTKİSEL HAYATTA AMA ÖLMEYECEK! Yahudilerin hedefi, Arz-ı Mev’ûd yani Vadedilmiş Topraklar. Fırat ve Dicle arası ve ötesi... Bunun gerçekleşmesi, Türkiye’nin güneyi dâhil yarı kıta görünümündeki Arabistan Yarımadası’nın kuzeyinin fiilen Yahudi egemenliğine girmesi demektir. Buna Mekke ve Medine’nin kalbini oluşturduğu Hicaz yöresi de dâhildir! Ne demek bu, peki? İslâm dünyasının intiharı demektir, tarihten silinmesi yani! İki asır önce tarihten çekilmişti İslâm dünyası, şimdiyse tarihten silinme tehlikesiyle karşı karşıya... Ama tarihten silinmeyecek! Burası, Latin Amerika’nın ve Asya’nın sadece içe dönük yoğunlaşma ve derinleşme yaşayan bir kanadı kırık medeniyetlerinin kolay teslim alınabilir, kırılgan, korunaksız dünyası değil. Burası, önce olabildiği ölçüde içe, öze, sonra da göklere açılan hem iç’in hem dış’ın titreşim alanlarında aynı anda nefes alıp veren, gidip gelen, fokur fokur kaynayan, her dem diri her dem diriltici çok katmanlı, dirençli ve delişmen dünyası yeryüzü coğrafyasının. İçini imar ederek dışını inşa eden, ardından insanlığı ve varlığı ihya ederek kendine getiren bütün medeniyetlerin kavşak noktası, mülk âleminden melekût âlemine kanat çırpan aşkın / metafizik zirvesi. Kudüs, işte bu kavşak noktasının nümûne-i imtisâli, en kâmil misâli(ydi) dârü’l-İslâm’ın atan kalbi iken... Şimdi kalbi, bitkisel hayatta İslâm âleminin; durmaya ramak kalmış durumda. Kudüs, esir çünkü. Kudüs öksüz çünkü. Kudüs yaralı, bir kanadı kırık çünkü. Ama kimsesiz değil Kudüs. Bitkisel hayatta ama ölmemek için direniyor. Kudüs ölürse, insanlık ölür, İslâm âlemi ölür, tarihten silinir. İnsanlığın ölmemesi, İslâm âleminin ölmemesi için, Kudüs’ün kalbi dirilmeli ve insanlığı diriltip kendine getirecek uzun soluklu bir yola çıkmaya hüküm giymeli Kudüs... KUDÜS’Ü İSTANBUL KENDİNE GETİRECEK YENİDEN! Kudüs’ü, İstanbul kendine getirebilir. Kudüs’e İstanbul kol kanat gerebilir. İstanbul kendine gelir de ayağa kalkabilirse yeniden... Hiç şüpheniz olmasın ki, kendine gelecek İstanbul, dün olduğu gibi yarın da hem İslâm âlemini kendine getirecek ve ayağa kaldıracak hem de insanlığa adalet, hakkaniyet ve medeniyet dağıtacak... Aslan düştüğü yerden kalkacak. İstanbul’u bekle ey Kudüs! İstanbul’un toparlanmasını ve seni, beni, hepimizi toparlayacak fikir, zikir ve oluş çilesini tamamlamasını... İslâm âlemi tarihten çekildi; yaşıyor mu sanki, demeyin! Tarihten çekildi ama tarihten silinmedi, ölmedi. Ölmeyecek... Küllerinden doğacak yeniden. Bu kez bütün insanlığı diriltici hakikat medeniyeti yolculuğunu gerçekleştirmeye koyulacak... Şu hâliyle bile Yahudi zulmüne ve emperyalizme direnen tek coğrafya, merkezinde Filistin’in, daha geniş düzlemde ise stratejik olarak merkezinde Türkiye’nin bulunduğu İslâm coğrafyası sadece. Filistin direnişi, sadece Filistinlilerin değil insanlığın haysiyetini koruyan bir direniştir. İnsanlık, insan olma ve insan kalma haysiyetini ve husûsiyetini Filistinlilere borçludur! Filistinlere yani çilekeş Müslümanlara! Filistin’de çocukları katlediyor İsrail’in ruhsuz kâtilleri. Kundaktaki masum bebekleri, sokaktaki günahsız çocukları! Yer gök inliyor masumların âhlarıyla, yüreği yangın yerine dönen anaların çığlıklarıyla... Zulmün zifiri karanlığı bu! Şafağın atacağı ân’a az kaldı... ASLAN, DÜŞTÜĞÜ YERDEN KALKACAK, HAKİKAT BAYRAĞINI DALGALANDIRACAK... Şafak atacak... Aslan, düştüğü yerden kalkacak: İstanbul ayağa kalkacak. İstanbul Cumartesi günü ayağa kalktı. Filistin, direnişin kalesi. İstanbul, dirilişin kulesi. Türkiye, kimsesizlerin kimsesi, mazlumların sesi, zorbaların kartal pençesi.Ses geçirmeyen duvarı. Dirilişin ön açıcı, yılmaz, yıkılmaz neferi. Özetle... Türkiye, bin yıl tarihte oynadığı, kurucu, konumlandırıcı ve koruyucu rollerini yeniden oynayabilecek sosyal ve rûhî / psiko-kültürel dinamizme kavuştuğu için Siyonistlerin güdümündeki küresel Yahudi kapitalist gücünün önündeki gerçek tarihî ve kültürel direnç duvarıdır. Ruhunu İslâm’ın yoğurduğu Türkiye aşılmadan Siyonistler bu toprakları nihâî olarak işgal edemeyecek, buradaki halkları köleleştiremeyecekler! İsrail katliamına en güçlü, en sahici tepki Türkiye’den geldi: Bu ülkenin Müslüman halkı, salgınmalgın demedi, gece gündüz demedi İsrail Konsolosluğu’nun önünde demirledi! Bu ülkenin Müslüman halkının yangın yerine dönen yüreği, hem manevî olarak mazlum Filistin halkının yanında olduğunu gösterdi hem de Türkiye’nin adım adım gelişini besledi... Büyük resmi görelim mutlaka: Filistin kuşatması, Filistin’in de, mazlumların da tarih boyunca da, günümüzde de koruyucusu Türkiye’nin kuşatılmasıdır. Bunun için İsrail, İran’ın önünü açıyor, İran da İsrail’in önünü! Türkiye’yi devre dışı bırakmak, one minute’le başlayan liderlik rolünü bitirmek için İran kurtarıcı olarak hazırlanıyor... Fakat artık çok geç...Türkiye, maddî bakımdan, savunma sanayii bakımından bağımsızlığını ilan etmek üzere... Sırada manevî (eğitimde, düşüncede, kültürde, sanatta, medyada) tam bağımsızlığına giden uzun soluklu medeniyet tasavvuru yolculuğu var... Manevî, kültürel bağımsızlık ve diriliş yolculuğunda artık daha fazla gecikemeyiz. Yaraya neşter vurulmalı, çocuklarımızın eğitimde, kültürde, medyada ve sanatta mankurtlaştırılmasının önünde dimdik duracak sağlam duvarlar, kaleler inşa edilmeli. Üstad Necip Fazıl’la çıkılan yolculuk, alttan alta derinleşerek, gelişerek ve kökleşerek sürüyor... Bu yolculuk kıvamını bulacak, öncülerini ve eserlerini çıkaracak, önümüzü açacak inşallah... Biz, geleceğiz... Biz gelince, emperyalistler defolup gidecek! Biz, “bekleneniz”. Dün, Filistin’deki genç şehidin tabutuna sarılan Türk bayrağı, bizim “beklenen” olarak görüldüğümüzün çarpıcı semiyolojik göstergesidir. Bütün azmanlıkları, azgınlıkları ortadan kaldıracak, insanlığa yeniden insanca, hakça bir dünya kuracak hakikat medeniyeti yolculuğunu biz armağan edeceğiz... İçinden geçtiğimiz asra damgasını vuracak cümle şu öyleyse: Dünya bize gebe, biz hakikate… İsrail devletinin akademi, medya ve lobi aracılığıyla ürettiği “İsrail’in terörizmle mücadele” söylemi, kendisine karşı her türlü eylem ve eleştiriyi ortadan kaldırmak için kullanılan bir aparat oldu. Zachary Lockman’ın “Contending Visions of The Middle East” kitabında ifade ettiği gibi, İsrail, 1990’lar boyunca özellikle medyada neredeyse bütün Filistinli örgütleri terörist ilan etmek suretiyle, Filistinlilere yapacakları saldırı ve müdahaleleri meşrulaştırmak istemiştir. Bu anlamda Benjamin Netanyahu’nun tarih içerisindeki rolü de kendi işgal politikalarına meşruiyet kazandırabilecek bir söylem alanı oluşturmak idi. Nitekim Netanyahu’nun “medeniyetin güçleriyle barbarlığın güçlerinin mücadelesi” olarak tanımladığı terörizmle mücadele konusu geniş bir ağın desteğine mazhar oldu. Netanyahu’nun 80’lerin sonu ve 90’ların başında terörizmle ilgili yazdığı kitapların içeriği ve bu kitaplardaki yazar kombinasyonu, bu ağın ayrıntılarını görmek anlamında önemli. Avrupa ve İsrail sağının yanı sıra ABD’deki neo-muhafazakar kanadın desteğiyle kurulan bu ağ, günümüze kadar süren İsrail politikalarının arka planını göstermesi anlamında önemli. Geniş bir lobi ve kurumsal desteğe sahip olan İsrail’in bugünkü işgal politikalarını anlamada sınır ötesi desteğin rolü büyük. Öyle ki ABD Dışişleri Bakanı Blinken İsrail’e gittiğinde “Ben buraya bir Yahudi olarak geldim” demekte ve İsrail’e olan katıksız desteğini sergilemektedir.   MEDYA YÖNLENDİRMESİ Edward Said “Haberlerin Ağında İslam” başlığıyla Türkçe’ye çevrilen eserinde, ABD medyasının desteğiyle, İslamiyet terör ve Filistinlilerin ayrılmaz bir bütün olarak temsil edildiğini ifade etmektedir. Said’e göre uzun yıllar boyunca medya, karikatürler, talk show ve romanlarda inşa edilen Müslüman imajı, kana susamış terörist ya da şiddet yanlısı tiplerdir. İlgili kaynakların yoğun biçimde sunduğu İslam ve Müslüman algısının toplumsal karşılığı ile ilgili de çok önemli sorunlar söz konusu. Batı toplumlarında kurumsal bir boyut kazanan İslamofobi olgusunun geldiği nokta ortada. Akademi, medya ve iş dünyasında yoğun baskılara maruz kalan Müslümanların Filistin ve İslam dünyası ile ilgili tutumları da dikkatle takip edilmekte ve bu tutum kendileri açısından politik bir silaha dönüştürülmektedir. Geçtiğimiz günlerde İsrail devletinin zulmünü protesto eden Harvard Üniversitesi öğrencileri ile ilgili alınan kararlar, Müslümanlara karşı gösterilen dışlayıcı politikaların hangi noktalara geldiğini açıkça göstermektedir. Protestoya katılarak İsrail terörünü dünyaya duyurmaya çalışan öğrencilerin isim listelerinin üniversite yönetiminden talep edilmesi ve ilgili öğrencilerin ömür boyu işe alınmaması İsrail lobisi tarafından talep edilmektedir. İsrail’e yönelik protestoların Avrupa’nın birçok kentinde ciddi bir mukavemetle karşı karşıya olduğu da görülmektedir. Örneğin Berlin Savcılığı ve polisi “Nehirden denize Filistin özgür olacak” ifadesini suç saymakta ve İsrail karşıtı protestoculara yönelik şiddet uygulamaktadır. Söz konusu protestolara yönelik gösterilen kurumsal karşıtlık ve medya ayağındaki Filistin karşıtı söylem, tek taraflı bir enformasyon akışını hedeflemektedir. Batı medyasının da önemli ölçüde görmezden geldiği bu protestoların İngiltere ayağında BBC’nin önünde yapılan protestolar, bu yönüyle Batı medyasının ortaya koyduğu iki yüzlü tavra karşı da önemli bir karşı duruştu. SOSYAL MEDYA SANSÜRÜ İsrail’in son dönemdeki işgal politikaları ve Filistin’e yönelik saldırgan tutumu ile ilişkili her türlü eleştirinin sosyal medya platformları tarafından ciddi bir sansüre tabi tutulduğu görülmektedir. Öyle ki Facebook, Youtube ve Twitter’ın İsrail eleştirilerine karşı gösterdiği tavra yakından bakıldığında, İsrail’in zulmünün dünya kamuoyunda duyurulmasını engelleyen bir politikanın varlığına tanık olunmaktadır. Örneğin İsrail’in Filistin’e soykırım uyguladığını söyleyen kişilerin Youtube hesaplarının askıya alındığı son günlerde sıklıkla karşılaşılan bir durum. Twitter’da da özellikle İsrail’e yönelik eleştirilerin hassas içerik olmak üzere birçok yöntemle gölgelendiği bir gerçek. Dijital alandaki hak ihlalleri konusunda çalışmalar yapan uluslararası kuruluşların raporlarına göre sosyal medya platformları Filistinli gazeteci ve aktivistlerin ürettikleri içerikleri kısıtlamakta ve hesaplarını askıya almaktadır. Bir tür “dijital apartheid”a maruz bırakılan Filistinlilerin sosyal medyada sessizliğe mahkûm edilmesi, tek taraflı ve kontrol edilen bir medya mantığının geldiği noktayı bütün boyutlarıyla göstermektedir. Diğer tarafta ise İsrail devleti ve Batı medyasının ürettiği dezenformasyonlara karşı ise herhangi bir müdahale de bulunmamakta Filistinleri zora sokacak bir bilgi kirliliğine neden olmaktadır. Örneğin İsrail medyasında çıkan ve sonrasında kısa bir sürede sosyal medyada yayılan İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın 40 İsrailli bebeğin başını kestiği haberlerine yönelik asılsız haberlere herhangi bir filtreleme uygulanmamıştır. Karşı propaganda ve bilgi kirliliği yaratarak enformasyon alanını zehirleyen bu tutuma karşı sosyal medya platformlarının duyarsız kalması önemli bir sorun. Buna ek olarak uzunca bir süredir medya mensuplarına yönelik şiddet uygulayan İsrail’in Freedom House başta olmak üzere etki düzeyi yüksek olan izleme örgütleri tarafından kınanmaması da, İsrail’in devlet terörü uygulama noktasında elini güçlendirmektedir. Gelinen noktada çocuk, sivil ve kadın demeden sistematik biçimde soykırıma devam eden İsrail’in bir terör devleti refleksi gösterdiği gerçeği çağımıza vurulan bir kara leke olarak anılacaktır. 70’li yıllarda, rahmetli babam, her akşam saat 10’da elindeki çekici, testereyi, rendeyi bırakır, radyonun sesini açar, bir sigara yakıp karanlık ufka bakarken pürdikkat haberleri dinlerdi. Küçük marangoz atölyesinde babamın etrafında koşuştururken radyodan yayılan, nerede, kim olduklarını bilmediğim onlarca özel isim zihnime kazınırdı: Filistin Kurtuluş Örgütü, Yaser Arafat, Emel Örgütü, Falanjistler, Dürziler, Mişel Ayun, Emil Cemayel, Menahem Begin, Ariel Şaron, Nebih Berri, Velid Canbolat, Lübnan, Mısır, İsrail, Araplar… 16 Eylül 1982’de, Lübnan’daki Sabra ve Şatilla Filistin Mülteci Kampı’nda, İsrail himayesinde Falanjistler binlerce masum Filistinliyi katlettiğinde 12 yaşındaydım. Korkunç bir katliamdı. Bütün o isimler zihnimde yerli yerine oturdu. Ne radyo haberleri, ne aile telkini, ne imam-hatip öğrencisi olmam, ne de merhum Erbakan’ın dilinden düşürmediği, uğruna 12 Eylül darbesinin yapıldığı mahzun Kudüs belirledi safımı. Ulus’taki bir sanat galerisinde gördüğüm Sabra Şatilla katliamı fotoğrafları yüreğime işledi. Kalbi olan Filistin’in yanında dururdu. Kalbim vardı, Filistin’in yanında durdum. Sonra hep yakından izledik Filistin’deki gelişmeleri. İntifadalar, katliamlar, işkenceler, Yaser Arafat’ın Filistin devletini ilanı, Arafat’ın Filistin’e dönüşü, Hamas’ın kuruluşu, Lübnan’ın işgali ve daha nicesi… Yarım asır sonra, geriye dönüp bakınca, bir kısırdöngü içindeymişiz gibi hissediyorum. Önce İsrail baskıyı artırıyor, sonra Filistinlilerden itiraz ve isyan geliyor, İsrail var gücüyle Filistin’e saldırıyor, oluk oluk Müslüman kanı akıyor, dünya susuyor, Batılı devletler olan biteni görmezden geliyor, Birleşmiş Milletler cılız bir kınama yayınlıyor, ABD İsrail’e tam destek veriyor, Müslüman devletler göstermelik toplantılar düzenleyip korkak bildiriler açıklıyor, biz sokağa çıkıyoruz, bağırıyoruz, slogan atıyoruz. Sert manşetler, keskin makaleler, zirveye ulaşan duyarlılık, samimi dualar… Onlarca, yüzlerce Filistinli öldükten, İsrail’in işgali biraz daha genişledikten sonra ortalık duruluyor, konu kapanıyor. Aynı senaryoyu defalarca ama defalarca izledik. Filistinliler bir asırdır yokluktan, açlıktan, susuzluktan, itilip kakılmaktan, sürgünden, mülteci kamplarında sürünmekten, açık hava hapishanelerine istiflenmekten, cenaze defnetmekten, bebeklerine ağıt yakmaktan, ölmekten yorulmadılar; ben, daha doğrusu benim neslim yarım asırda, uzaktan, çaresiz izlemekten yorulduk… Sanki 50 yıldır aynı videoyu tekrar tekrar izliyorum. Şu an Gazze’ye bombalar yağarken sanki her saniyesini ezbere bildiğim bir filmi seyrediyorum. Hiçbir şey değişmiyor: Sadece Filistinlilerin şartları biraz daha zorlaşıyor, sadece İsrail haritası biraz daha genişleyip Filistin haritası biraz daha daralıyor. ABD Gazze sahillerine bir uçak gemisi gönderdi, ikinci uçak gemisi yoldaymış; İngiltere’den iki uçak gemisi İsrail’e destek amaçlı yola çıkmış. İşte, oysa ne kadar korkaklar, ne kadar ürkekler. Sadece onurlarıyla ayakta ölmekte olan bir halktan bile korkuyor, tir tir titriyorlar oysa. Petrolü olan, milyar dolarları olan, kendi halklarını ya da komşu Müslümanları öldürmek için en modern silahları satın alan, kahramanlarıyla, zaferleriyle, inşa ettikleri medeniyetlerle tarihe nam salan, sadece, evet sadece tükürükleriyle İsrail’i boğabilecek onlarca devletin suskunluğu, sessizliği, tepkisizliği yoruyor beni, benim neslimi. Evet, İsrail’in eli uzun. Evet, ABD, İngiltere tehdit ediyor. Evet, bencil Avrupa, Yahudilerin topraklarına geri dönmesinden korkuyor. Evet, saltanatları, koltukları, iktidarları pamuk ipliğiyle bağlı. Evet darbelerle tehdit ediyor, indirip yükseltiyorlar. Ama hiç mi kalpleri yok? Olan biten hiç mi yüreklerine dokunmuyor? Allah’a, kıyamete, Hesap Günü’ne bu kadar mı inançsızlar? Yoruldum, benim neslim de yoruldu ama yılmadık elbette. Müslüman olmamız umutsuz olmamıza engel. Allah’ın mutlaka bir hesabı var. Bu kadar mazlumun ahı elbette çıkacak. Allah mutlaka iyilerle beraber ve sabredenler elbette kazanacak. Bu zulüm elbette sona erecek. Filistin’in onurlu direnişi elbette bizi de diri tutacak. Ama bu ihanetten, bu kayıtsızlıktan, bu vurdumduymazlıktan, bu ihtilaflardan, fitneden, koca koca devletlerin bu acizliğinden, bu onursuzluktan, bir araya gelemeyişten yoruldum. Radyoda “Akşam Ajansı” sona eriyor, türküler başlıyor. Babamın küçük marangoz atölyesini, kırık radyodan cızırtıyla yayılan Celal Güzelses’in yanık sesi dolduruyor: “Hasta düştüm gelmedin, bari can verende gel”. Bu yazının gâyesi, Filistin’de yaşanan trajediye ışık düşürmektir. Orada yaşananlar, eğer bâzı iyimser beklentiler doğrultusunda daha fazla büyümeden sona erse de; kötümserler kulübünün öngörüleri doğrultusunda büyüse de fark etmeyecektir. Modern insanlık târihinde, eşi benzeri olamayan bir kırılma yaşadığımız âşikâr. İki bölüm hâlinde bu kırılmanın bir değerlendirmesini yapmak istiyorum. Gerek kadim gerek modern siyâset, nihâyette sistemik bir denge işidir. Bu denge, bir örüntü (pattern) olarak siyâsetin devamlılığı için asgarî bir şarttır. Meselâ kadim siyâset açısından adâlet tam da bunu ifâde eder. Adâlet çift taraflıdır. Devlet ve onu idâre eden siyâsal seçkinler, teb’a için can, mal, ırz husularında emniyeti sağlamak, kan dâvâlarını nihâyetlendirmekle yükümlüdür. Kontrolü sağlamak husûsunda ise kırmızı çizgi keyfîlik ve zulümdür. Bir iktidârın meşrû olabilmesinin, inandırıcılık ve otorite sağlamasının asgarî şartıdır bu. Buna mukâbil tebâ da, veri hiyerarşik iş bölümünü kabûl edecek, iktidârların sâhasına müdâhil olmayacaktır. Denge tam da bu noktada sağlanır. Aksi takdirde, tâbiyet tartışmalı olur. Kadim isyân târihlerinde hep bu dengenin bozulmuşluğu belirleyici olmuştur. Modern siyâsette, tablo farklı değişkenlerin devreye girmesiyle seyreder. Siyâsal iktidârların meşrûiyeti veyâ tâbiyet başka şartların varlığına bağlı hâle gelmeye başlamıştır. Artık siyâsal toplum veyâ ulus olarak anılmaya başlamış olan modern teb’anın yükümlülüklerinin neler ve ne kadar kadar olacağı, bireyler ve sınıflara âit hak ve özgürlüklerin sâhası ile dengelenme şartına bağlanmıştır. Buna ilâveten devlet ve onu idâre eden siyâsal seçkinler ile ulus arasındaki bu denge, adına kurucu yasa denilen metinler ile kayda geçirilmiş; bu sûretle garantiye alınmıştır. Aslında, sistemik siyâsal dengelerin ömrünü tâyin eden meselenin bir kaynak meselesi olduğunu anlamak çok da zor değildir. Sâhip olunan kaynaklar sağlama alınmış ise denge devâm eder. Hele hele bu kaynaklar belli bir zamân periyodunda arttırılabilir mâhiyette ise sistemik işleyişler devâmlılık sağlar. Bu çerçevede kadim dünyâ için söylenebilecek olanlar mahduttur. Toprak ile suyun buluşmasına bağlı olan verimli ziraat alanlarının ve dünyâ ticâret dolaşımını sağlayan ticâret yollarının kontrolü, vergi toplama becerisi birincil derecede mühimdir. İkincil olarak fetihler görece kapasite arttırımı sağlar. Ama zirâî medeniyette bunlar kelimenin semantik mânâsını tam olarak karşılar mahiyette iktisâdî; yâni mahduttur. Veri döngüler üzerinden tabiatın süprizleri zirâî üretimi geriletir,ticâret dolaşımı aksar, yayılma (fetih) imkânları ortadan kalkarsa sistem krize girer. Bunun neticesinde devletler açıklarını kapatmak için iç sömürüyü derinleştirir, ceberrutlaşır. Bu da sistemi taşıyan moral ilkelerin aşınmasıyla tezâhür eder. Yolsuzluk, rüşvet, irtikap, mahallî sömürü yaygınlaşır. Bu da sayısız istikrarsızlılara, isyanlara yol açar ve sistemik bir çöküş başgösterir. Modern dünyâda da kaynak ve onun dağılımı eş derecede belirleyicidir. Lâkin biliyoruz ki modern dünyâ iktisâdî değil, ekonomik değerler üzerine oturur. Tabiat kontrol altına alınmış, tabiata bağımlılık ortayan kalkmıştır. Sınâî yapılanmalar üzerinden kârın maksimizasyonu iştahları kabartır. Modern talanlar, kadim talanlardan çok daha küresel ve çok daha vahşidir. Vahşeti gözlerden saklamak adına yoğun bir entelektüel faaliyet başlar. Yeni medeniyet telâkkisi ve iddiası, talanı yapan odaklar tarafından kıskanç bir şekilde tekelleştirilir. Modern bilim, araçsal akıl, teknoloji gibi talanı organize eden “değerler” yüceltilir. Bunların hakkını veren hâkim coğrafyaların toplumları kültürel olarak vaftiz edilir. Talan edilen ve bu değerlerden mahrum olan topluluklar ve coğrafyalar ise lânetlenir. Tam bir yanılsa(t)ma; paralaks ilişkisidir bu. Esasta vahşîleşenler medeniyet koltuğuna oturur; vahşete mâruz olanlar ise vahşî, geri olarak etiketlenir. Bununla da kalmaz iki marjinal süreç buna eklemlenir. İlk olarak “medenî değerler”, merkezden kenara doğru ihrâç edilir. Sayısız zavallı toplum, kendisini kurtarmak adına, bu değerlere ulaşmaya nâfile uğraşır. Onlar gibi sanayileşmek, kalkınmak, refaha ermek ister. Hâlbuki bu çok defâ imkânsızdır. Çünkü, yukarıda işâret edildiği üzere herşey kaynak meselesidir. Eksik kaynaklarla -burada sermâye birikiminden bahsediyorum- bu işi başarmak imkânsızdır. “Onların” başarısı ise zâten dünyânın kaynaklarını hortumlamakla sağlanmıştır. Bu şartlarda bağımlılıklar derinleşir, yeni kölelik türleri zuhûr eder. Burada ikinci süreç devreye girer. Bu bağımlılıklardan birisi de, “medenîlerin”, hortumlamadıkları dünyâ artığını iç transferler yoluyla kendi toplumlarında bölüşüme sokmaları ve bunun ekonomik, siyâsal, hukûkî nimetlerini üretmeleridir. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler süreci taçlayan kavramlardır. Bu nimetler, F.Fanon’un acı ve keskin nitelendirmesiyle “Yeryüzünün Lânetlileri”nde yeni kompleksler doğurur. Bilhassa medenî dünyâ ile avamdan çok daha fazla temasta olan entelijensiyalarda kendisini gösterir. Bir İsveç demokrasisi kendi memleketlerinde neden yoktur diye kahırlanırlar. Bu arada, kendi toplumlarının GSMH’sı ile İsveç’in GSMH’sı arasındaki farka bakmazlar.. Lânetleme furyasına onlar da katılır. Bu durumdan Rönesansı olmayan, Aydınlanma’dan nasibini alamamış, felsefesi olmayan, bilimsel ve akılcı düşünemeyen kendi toplumlarını, kültürlerini mes’ul tutarlar. Sonu gelmez kahır mektupları kaleme alırlar. Bahaneleri de fenâ değildir. Çünkü çarpık etkileşimlerden nasibini alan, örselenmiş, deforme olmuş, gelenekselliği de artık hayli tartışmalı hâle gelmiş geleneksel çevrelerin kaba saba tepkileri o kahır mektuplarının değişmez sermâyesidir. Devâm edeceğim.. Gazze’de en yakınlarından 20 kişiyi kaybetmiş bir genç feryat ediyor, ağlıyor, nerde Müslümanlar diye bağırıyor? Kulak kesiliyorsunuz, ilk anda bu enkaz üzerinde per perişan sağ kalanlar için yardım istiyor sanıyorsunuz. Doğrusu bu ya bu manzaradan feryat eden insana dair ilk anda insanın aklına gelen bu oluyor. Ama iki cümle sonra bu feryat edenin kendisi için değil, kendisine yardıma gelemeyen, gelmeyi aklından bile geçirmeyen ümmete ağladığını, onun için feryat ettiğini anlıyorsunuz. “Ben kendime, kendimize ağlamıyorum, burada onuru çiğnenerek öldürülen ümmetin sessizliğine, acizliğine ağlıyorum. Yoksa ölüm hak, ha öyle ölürsünüz ha böyle, eninde sonunda ölüm gelir bulur.” “Onlar bizi dinleselerdi de ucunda ölüm olan bu savaşa çıkmasalardı şimdi yaşıyor olacaklardı” diyorlar ya Resulullah zamanında çok bilmiş stratejik akılcılar. Kur’an da “yataklarınızda olsanız da ölüm gelip sizi bulmaz mıydı sanırsınız?” diye o en gerçek hakikati yüzlerine vuruyor ya. Özgürlük, onur, haysiyet mücadelesi ucunda ölüm de olabilen bir mücadeledir. Bu yolda ölmeye ölüm demiyor yolcuları. Bilakis o yoldan geri durmayı tam da tehlikeye atılmak, yani korkaklıkla duvarları örülen bir zindana, çıkışı da cehennem olan bir zindana tıkılmak olarak görüyor ki, bu, hakikatin ta kendisidir. Bizim ölüm zannettiğimiz şey ise o insanların bu dünyanın ahvaline, bu dünyada yaşayan herkesin de durumuna şahitlik eden bir şehadettir. İnsanı ve insanlığı ihya eden ölümün adıdır şehitlik. İşte Gazzeli yiğit genç bütün yakınlarıyla birlikte tattığı o ihya eden ölümün penceresinden ümmetin içinde bulunduğu zindanı görüyor, tehlikeyi görüyor ve ona ağlıyor. Kendisini bu dünyada birkaç gün, birkaç yıl veya çok yıl hayatta tutacak bir yardım değil istediği. Onun bulunduğu yerden kendisine o stratejik akılları verenlerin hali çok tehlikeli görünüyor. Üç günlük dünyaya gark olup kâğıttan kaplanları büyük güç zannedenlerin asıl büyük güce, kendisinden başka hiçbir gücün bulunmadığı o sonsuz güce gafil kalırken düştükleri zavallılığa ağlıyor. 2 milyara yaklaşan nüfuslarıyla Müslüman ümmetin azıcık bir topluluk olan Kassam Tugayları karşısında İsrail’in düştüğü perişanlığı görmeyip hâlâ asıl tehlikenin onun gücünde olduğunu vehmetmelerine ağlıyor. Gazze erleri belli ki giriştikleri işin sonunda başlarına neler gelebileceğini hesaplamışlar. Belki yaşadıkları gerçeklerle yaptıkları çıkış arasında oluşacak yeni kâr-zarar dengesini de hesaplamışlardır. Şimdiye kadar hiçbir ahlaki, insani kural tanımayan İsrail’in insanlığı kaydedebileceği en alçakça insanlık suçlarını irtikap ederek gerekirse bir soykırıma da tevessül edeceğini hesaplamamış da değiller. Bunu yaptığında her zamanki ABD ve Avrupa’nın, sözümona o medeni-demokratik, çağdaş dünyanın onun bütün suçlarını haklı göstereceğini, hatta savunmak için bile kılını kıpırdatmayacağını, doğrudan haklı ilan edeceğini de bilmiyor değiller. Savunmak için kıllarını kıpırdatmayacaklar, çünkü burada insanlık suçunun mağdurları Müslümanlar yüz yıldır normal insan olarak görülmüyor. Müslümanlar adına, bir insani mahkemede savunma veya iddiada bulunabilecek, bulunduğunda kaale alınacak bir güç yok. O yüzden kendini yormanın bir manası da yok.   11 Eylül sonrası ABD’nin Afganistan’a iki yılda attığı bombanın iki katı bir hafta içinde küçücük alanıyla Gazze’ye atıldı. Sivil hedefler, çocuklar, kadınlar hedef alındı ve binlercesi dünyanın gözü önünde öldürüldü. Burada öldürülen Gazzeli çocuklar değil, bütün Müslüman dünyanın şerefi, onuru, haysiyeti ve tabii ki özgürlüğü. Gazze’dekiler her gün ölüyor, her gün bombalanıyordu zaten. Ama dünyanın gözü önünde Müslümanların kanının, canının, malının bu kadar ucuz olduğuna, onlara yönelik insani suçların hiçbir muhakemeyi gerektirmeyen bir iş olduğuna dair bir meydan okuma var bu işte. Ve tabii ki bu meydan okumaya karşı 2 milyara yakın Müslüman dünyanın suskunluğu. Burada bombalar altında kim ölüyor, kim sağ kalıyor, sorulmaz mı? Haksızlığı, kalleşliği, caniliği, katilliği, alçaklığı, yalancılığı sahiplenmek çok daha zordur aslında. Ama İsrail’in ABD’li Avrupalı dostları daha işin en başında bu zor işi yapmaktan geri durmadılar. Birçoğu utanmadan doğmamış çocuğun, kundaktaki çocuğun, hastanede tedavi gören yaralıların üzerine bomba yağdıran insanlık suçlusu İsrail’in yanında durduklarını hiç utanmadan duyurdular. Yıllardır yerinden yurdundan çıkardığı, katlettiği, zulmettiği, daracık bir alana hapsedip istediği zaman havadan karadan bombaladığı insanların çocuklarına karşı en modern ve en gelişmiş silahlarıyla saldıran savaş makinasının desteğe ihtiyacı varmış gibi. Hepsi birden utanmadan İsrail’in yanında silahlarıyla, paralarıyla, yetmese siyasi tavırlarıyla durduklarını duyurdular. Sadece bu duruşlar bile modern dünyanın hatırlayacağı bir utanç olarak yetecektir. Orada mazlum olan, mağdur ve yardıma muhtaç olan hiçbir zaman İsrail olmadı. Mağdur eden, zulmeden, haksızca katleden, mallarını, evlerini, canlarını çalan hep İsrail oldu. Ama Avrupa ve ABD’nin ikiyüzlü medenileri bu alabildiğine asimetrik kavgada yine İsrail’in yanında durduklarını açıklama yarışına girdiler. ABD Başkanı Biden daha ilk saatlerde 4 buçuk milyar dolarlık yardım paketi açıkladı ve savaş gemisini İsrail’e doğru yola çıkardı. Dışişleri Bakanı Blinken İsrail’e ziyarette bulunurken “bir Yahudi olarak, dayanışma ve tarafını açıklamak üzere” İsrail’e geldiğini açıklamaktan geri durmadı. Peki bu reziller bu kadar rezaleti göze alarak İsrail’in yanında büyük bir iştahla dururken, Müslümanlara ne oluyor? Bırakın destek açıklamayı, bazıları elbirliğiyle bu neticeyi Hamas’ın haksızca veya en iyi ihtimalle stratejik akıldan yoksun bir saldırganlığının doğal bir sonucu olarak görüp akıl vermeye kalkıştılar. Hamas’ın kimsenin aklına ihtiyacı yok. Gazze yiğitlerinin kimseden kendilerine yardım talep ettikleri yok. Bilakis onlar üzerine ölü toprağı serilmiş, Hakk’ın düşmanlarını gözlerinde çok büyüterek kendilerini alabildiğine küçültüp köleleşmiş insanlara duruşlarıyla yardım ediyorlar. Gazze’ye yapılacak olan yardım insanın kendisine yapacağı bir yardımdır. Gazze bu haliyle insanları kurtuluşa davet ediyor, dirilişe davet ediyor. İnsanın elinden daha fazlası gelmese bile bütün ümit ışıklarının yittiği bir zamanda yakılan bu ışığı görmekten gelmez.   Bazen olayların patlama noktasına gelecek kadar yoğunlaştığı ve vahimleştiği durumlar, acıların bir hayata yavaş yavaş yayılan tesirlerini, o hayatları cenderesine alan güçlü kollarını unutturuyor bize. Filistin bir acılar coğrafyası... Seksen yıldır süren İsrail zulmünün sıradan insanların hayatlarına neler yaptığı gözümüzden kaçıyor çoğu zaman... Bugün bu hayatlardan birine, Filistin edebiyatının güçlü bir temsilcisi, şair Murîd el-Bergûsî’nin hikâyesine yakından bakalım istedim. Bergûsî, Filistin edebiyatının ve şiirinin önemli temsilcilerinden biri... 8 Temmuz 1944 yılında Ramallah yakınlarında bir dağ köyü olan Deyr Gassânah’da dünyaya gelmiş. İlk ve orta öğrenimini Filistin’de tamamladıktan sonra Kahire Üniversitesi’nde İngiliz dili ve edebiyatı okumak üzere 1963 yılında Mısır’a gidiyor. Üniversiteden mezun olduğu 1967 yılında, Arap-İsrail savaşının patlak vermesiyle birlikte Filistin dışında olanların ülkeye girişi yasaklanıyor. Çok sayıda Filistinli gibi Murîd’in de Filistin’e girmesine izin verilmiyor. Mezun olduktan sonra kısa bir süre Kuveyt’te öğretmenlik yapan Bergûsî, 1970 yılında fakülteden arkadaşı olan Radvâ Aşûr ile evleniyor ve 1977 yılında bu evlilikten Temim adında bir oğulları oluyor. Temim’in doğduğu o yıl, Enver Sedat’ın İsrail ziyareti gerçekleşiyor ve bununla ilgili protestolar yaşanıyor. Bergûsî hiçbir protesto eyleminde bulunmamasına rağmen hukuksuz bir şekilde Mısır’dan sınır dışı ediliyor. Mısır Ayn Şems Üniversitesi’nde İngilizce profesörü olan eşi ve henüz bebek olan oğlunu geride bırakarak Mısır’dan ayrılmak zorunda kalıyor. Oğullarının Arapça bir eğitim görmesini istedikleri için Radvâ ve oğulları Temim, Mısır’da kalmaya devam ediyor. Bergûsî kısa bir süre Beyrut’ta, daha sonra 13 yıl Budapeşte’de hayatını sürdürüyor. 1990 yılında Ürdün’e geçiyor. Bergûsî’nin sınır dışı edildiği tarihten sonraki ilk yedi yıl boyunca herhangi bir gerekçe dahi gösterilmeden Mısır’a girmesine izin verilmiyor. Daha sonraki yıllarda özel izinlerle her yıl bir veya iki haftalığına Mısır’a girişine müsaade ediliyor. Bu süre zarfında eşi ve oğlu her yıl Macaristan’a Bergûsî’nin yanına giderek kışları üç hafta, yazları ise üç ay birlikte kalıyorlar. Birbirlerinden uzakta zor zamanlar geçiren aile, 17 yıl süren sürgünün ardından Murîd el-Bergûsî’nin adının Mısır kara listesinden çıkarılmasıyla birlikte yeniden bir araya geliyor. Oslo Anlaşması sonrası 1996 yılında nihayet Filistin’e girişine izin verilen Bergûsî, böylece 30 yıl aradan sonra memleketini yeniden görme imkânı buluyor ve bu kederli yolculuğu, “Raeytu Ramallah-Ramallah’ı Gördüm” adlı eserinde bir şaire yakışan bir incelikle anlatıyor. “Ben İsrail’den dört yaş büyüğüm. Ve görünen o ki ülkem İsrail işgalinden kurtulmadan önce öleceğim. Çoğunu sürgünde geçirdiğim hayatım, bana şifası olmayan bir yabancılaşma ve hiçbir şeyin unutturamayacağı anılarla dolu bir hafıza bıraktı” diyen Murîd el-Bergûsî 2021 yılında Amman’da vefat ediyor. (Buraya kadar aktardığım bilgileri Zeynep Yıldırım’ın yüksek lisans tezinden alarak özetledim) Bir sonraki yazıda “Raeytu Ramallah-Ramallah’ı Gördüm» kitabından dokunaklı birkaç paragraf paylaşmak istiyorum nasipse... Filistin meselesiyle ilgili eylemlere katıldığımız günlerin üzerinden neredeyse otuz beş yıl geçmiş. Aslında bu, bizim gibi ellili yaşlarını tamamlamak üzere olanlar için oldukça uzun sayılabilecek bir zamandır. Fakat bakışımızı Filistin davasının ortaya çıktığı dönemlere çevirdiğimizde zamanın çok daha uzun olduğu görülür. 1917’de meşum deklarasyonun yayımlanmasıyla birlikte İsrail’in temelleri atılmıştı. İngiltere ve Fransa, Suriye vilayetini paylaşmış, Osmanlı topraklarını yeniden biçimlendirerek yeni müstemleke yönetimleri oluşturmuşlardı. Osmanlı topraklarını istimlak ettiklerinde “manda” kavramı ön plana çıktı. Zaman kolonyalist Avrupa devletlerini de değişime zorlamaktaydı. Onlar da döneme uygun tanımlamalar yapmak zorunda kaldılar. “Yönetmeyi bilmiyorlar, yönetilmeleri gerekir” ifadesi sıradan bir değişime işaret etmez. Bu değişime rağmen Filistin topraklarını kolonize etmeyi başardılar. “Filistinliler topraklarını sattı da bu hâle düştü, oh olsun!” diyenlerin anlamak istemedikleri de budur. Filistin kavram olarak vardı fakat eski Suriye vilayetinin bu bölgesi artık İngiltere yönetimindeydi. Yeni bir müstemleke kurulmuştu. Ayasofya’ya doğru giderken ister istemez geride kalan zamanı düşündüm. 1980’lerin ikinci yarısında İzmit’teki Filistin mitinginde de değerli dostum Fikri ile birlikteydik. O zaman da uzun bir yürüyüş kolu oluşturulmuştu. Fakat bu sefer yürüyüş koluna dâhil olmayıp doğrudan miting alanına yöneldik. Ayasofya Camii’nin “sayesi”sinde ilk defa böyle bir nümayişe katılmaktan dolayı farklı duygulara kapılmamak mümkün değil. Eve döndükten sonra siyaset, bürokrasi ve iş dünyasından da ciddî bir katılım olduğunu öğrendim. Alanda İslam coğrafyasının hemen hemen her bölgesinden insanlar vardı. Saye onları da kuşatmıştı. Batı dünyasının umumî olarak her şartta İsrail’e desteği din ve medeniyet bağlamında izah ediliyor fakat bu doğru değildir. İsrail, Avrupa devletlerinin ve özelde de İngiltere’nin İslam coğrafyasına yönelik yeni bir kolonyal projesiydi. Bu proje kısmî olarak başarıya ulaşmıştır fakat Filistin davası da yerde kalmamıştır. Geride kalan yüz yıllık zamanı göz önünde bulundurduğumuzda iki büyük savaştan birinde büyük kayıp yaşamamıza rağmen İslam dünyasının fikrî açıdan teslim olmadığını görmek zorundayız. Eğer fikrî teslimiyet yaşansaydı özellikle 1991’in başından itibaren ABD öncülüğündeki yeni istilanın İslam coğrafyasında büyük bir çözülmeye yol açması gerekirdi. Milyonlarca insan öldü, yerlerinden sürüldü, mülksüzleşti fakat o büyük coğrafî çözülme meydana gelmedi. Eğer emperyalistler gibi coğrafya genelini göz önünde bulundurursak üçüncü büyük gücün de Afganistan’da mağlup olması sıradan bir olay değildir. İslam coğrafyasının genelinde hedeflerine ulaşamadılar. Bu durum İsrail projesi için de geçerlidir. Dünyanın farklı bölgelerinden Yahudi topluluklarının ezici bir çoğunluğunun İsrail projesine destek verdiği bilinmektedir. Fakat bu durum İsrail’i dinî bir proje olarak görmemiz için yeterli değildir. Theodor Herzl de İsrail’i bir müstemleke projesi olarak tasarlamıştı. On dokuzuncu yüzyıl emperyal bir dönem olduğu için bu yeni tasarı döneme uygundu. Herzl’in İsrail projesini tasarlarken umumî olarak Doğu Avrupa Yahudileri üzerine hesap yapmasında da şaşılacak bir şey yoktur. Onları Filistin’de toplayarak medenîleştireceklerini düşünüyorlardı. Filistin onlar için bir ıslah yeri olacaktı. Fakat Herzl bu projeyi tasarlarken bir “Alman” olarak hareket etmişti. “Old New Land” adlı kitapta başkahramanın bir Alman burjuvası ile yola çıkması anlamlıdır. Bu yeni ülkenin dili de Almanca olacaktı. Aradan yıllar geçtikten sonra Alman vahşeti yerine Hitler zulmünden bahsedilmesi de sıradan bir hadise değildir. Açıkça ifade etmek gerekirse Yahudilerin de uyanışa ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Doğu Avrupa Yahudileri ile Batı’da yaşayanlar arasındaki fark elbette onların bir sorunudur. Fakat İslam coğrafyasında Batı adına büyük bir yıkıma sebep oldukları da çok açıktır. Göç, topraksızlaşma ve mülksüzleşme gibi kavramlar kolonyal çağları hatırlatmaktadır. Kuşkusuz bu kavramlar çok büyük olayları göstermektedir ve bunların ne tür sonuçlar doğuracağı da çok belli değil. Bunun gibi geride kalan yüz yıllık zamanda İsrail’i tasarlayanlar ya da bu projeye yatırım yapanlar hedeflerine ne kadar ulaştı sorusunu da cevapsız bırakabiliriz. Fakat Yahudiler için farklı cümleler kurulabilir. İsrail, Batı Avrupa ülkelerinin ve özelde de İngiltere’nin müstemleke projesiydi ve Yahudiler bu projede araç olarak kullanıldı. SAYGILARIMIZLA GENEL BAŞKAN MEVLÜT KANDEMİR   DIŞ İLİŞKİLER BAŞKANI ABDÜLKADİR ERKAHRAMAN   AFRİKA İŞLERİ BAŞKANI EMRE ERGİN-PRINCE MAGBO GEORGE
Ekleme Tarihi: 16 Ekim 2023 - Pazartesi

TÜRDEF ;80 SENEDİR HİÇ BİTMEYEN GAZZE ,BATI ŞERİA,FİLİSTİN ,İSRAİL,ORTADOĞU DİZİ FİLMİNİ SEYRETMEYE DOYAMADIK.HALA SEYRETMEYE DEVAMMI ?İSTERSENİZ OSKAR ÖDÜLÜ VERİP FİNAL YAPALIM.BU DÜNYANIN EN UZUN DİZİSİ VE FİLİMİ?

Gazze, İsrail terör devletinin ablukası altında.

İsrail, Yahudilerin kendilerine yaptığı zulmün kat be kat fazlasını Batılılara değil Müslümanlara / Filistinlilere yapıyor!

Dünyanın en yoğun nüfuslu, en kıstırılmış, en kuşatılmış, her bakımdan en prangalı şehrini, elektriğini, suyunu, gıda akışını keserek ölüme mahkûm ediyor! İnsanları, yerleşim yerlerini kitlesel katliama tabi tutuyor! İnsanlık suçu işliyor!

İsrail işlediği katliamın bedelini ödeyecek er ya da geç!

Biraz derine dalalım, İsrail’in yapmak istediği şeyi daha etraflıca anlamaya çalışalım…

 

FİLİSTİN, BİTKİSEL HAYATTA AMA ÖLMEYECEK!

Yahudilerin hedefi, Arz-ı Mev’ûd yani Vadedilmiş Topraklar. Fırat ve Dicle arası ve ötesi...

Bunun gerçekleşmesi, Türkiye’nin güneyi dâhil yarı kıta görünümündeki Arabistan Yarımadası’nın kuzeyinin fiilen Yahudi egemenliğine girmesi demektir. Buna Mekke ve Medine’nin kalbini oluşturduğu Hicaz yöresi de dâhildir!

Ne demek bu, peki?

İslâm dünyasının intiharı demektir, tarihten silinmesi yani! İki asır önce tarihten çekilmişti İslâm dünyası, şimdiyse tarihten silinme tehlikesiyle karşı karşıya...

Ama tarihten silinmeyecek!

Burası, Latin Amerika’nın ve Asya’nın sadece içe dönük yoğunlaşma ve derinleşme yaşayan bir kanadı kırık medeniyetlerinin kolay teslim alınabilir, kırılgan, korunaksız dünyası değil.

Burası, önce olabildiği ölçüde içe, öze, sonra da göklere açılan hem iç’in hem dış’ın titreşim alanlarında aynı anda nefes alıp veren, gidip gelen, fokur fokur kaynayan, her dem diri her dem diriltici çok katmanlı, dirençli ve delişmen dünyası yeryüzü coğrafyasının.

İçini imar ederek dışını inşa eden, ardından insanlığı ve varlığı ihya ederek kendine getiren bütün medeniyetlerin kavşak noktası, mülk âleminden melekût âlemine kanat çırpan aşkın / metafizik zirvesi.

Kudüs, işte bu kavşak noktasının nümûne-i imtisâli, en kâmil misâli(ydi) dârü’l-İslâm’ın atan kalbi iken...

Şimdi kalbi, bitkisel hayatta İslâm âleminin; durmaya ramak kalmış durumda. Kudüs, esir çünkü. Kudüs öksüz çünkü. Kudüs yaralı, bir kanadı kırık çünkü.

Ama kimsesiz değil Kudüs.

Bitkisel hayatta ama ölmemek için direniyor.

Kudüs ölürse, insanlık ölür, İslâm âlemi ölür, tarihten silinir.

İnsanlığın ölmemesi, İslâm âleminin ölmemesi için, Kudüs’ün kalbi dirilmeli ve insanlığı diriltip kendine getirecek uzun soluklu bir yola çıkmaya hüküm giymeli Kudüs...

KUDÜS’Ü İSTANBUL KENDİNE GETİRECEK YENİDEN!

Kudüs’ü, İstanbul kendine getirebilir. Kudüs’e İstanbul kol kanat gerebilir.

İstanbul kendine gelir de ayağa kalkabilirse yeniden...

Hiç şüpheniz olmasın ki, kendine gelecek İstanbul, dün olduğu gibi yarın da hem İslâm âlemini kendine getirecek ve ayağa kaldıracak hem de insanlığa adalet, hakkaniyet ve medeniyet dağıtacak...

Aslan düştüğü yerden kalkacak.

İstanbul’u bekle ey Kudüs! İstanbul’un toparlanmasını ve seni, beni, hepimizi toparlayacak fikir, zikir ve oluş çilesini tamamlamasını...

İslâm âlemi tarihten çekildi; yaşıyor mu sanki, demeyin!

Tarihten çekildi ama tarihten silinmedi, ölmedi.

Ölmeyecek...

Küllerinden doğacak yeniden.

Bu kez bütün insanlığı diriltici hakikat medeniyeti yolculuğunu gerçekleştirmeye koyulacak...

Şu hâliyle bile Yahudi zulmüne ve emperyalizme direnen tek coğrafya, merkezinde Filistin’in, daha geniş düzlemde ise stratejik olarak merkezinde Türkiye’nin bulunduğu İslâm coğrafyası sadece.

Filistin direnişi, sadece Filistinlilerin değil insanlığın haysiyetini koruyan bir direniştir.

İnsanlık, insan olma ve insan kalma haysiyetini ve husûsiyetini Filistinlilere borçludur! Filistinlere yani çilekeş Müslümanlara!

Filistin’de çocukları katlediyor İsrail’in ruhsuz kâtilleri.

Kundaktaki masum bebekleri, sokaktaki günahsız çocukları!

Yer gök inliyor masumların âhlarıyla, yüreği yangın yerine dönen anaların çığlıklarıyla...

Zulmün zifiri karanlığı bu!

Şafağın atacağı ân’a az kaldı...

ASLAN, DÜŞTÜĞÜ YERDEN KALKACAK, HAKİKAT BAYRAĞINI DALGALANDIRACAK...

Şafak atacak...

Aslan, düştüğü yerden kalkacak: İstanbul ayağa kalkacak.

İstanbul Cumartesi günü ayağa kalktı.

Filistin, direnişin kalesi.

İstanbul, dirilişin kulesi.

Türkiye, kimsesizlerin kimsesi, mazlumların sesi, zorbaların kartal pençesi.Ses geçirmeyen duvarı.

Dirilişin ön açıcı, yılmaz, yıkılmaz neferi.

Özetle... Türkiye, bin yıl tarihte oynadığı, kurucu, konumlandırıcı ve koruyucu rollerini yeniden oynayabilecek sosyal ve rûhî / psiko-kültürel dinamizme kavuştuğu için Siyonistlerin güdümündeki küresel Yahudi kapitalist gücünün önündeki gerçek tarihî ve kültürel direnç duvarıdır.

Ruhunu İslâm’ın yoğurduğu Türkiye aşılmadan Siyonistler bu toprakları nihâî olarak işgal edemeyecek, buradaki halkları köleleştiremeyecekler!

İsrail katliamına en güçlü, en sahici tepki Türkiye’den geldi: Bu ülkenin Müslüman halkı, salgınmalgın demedi, gece gündüz demedi İsrail Konsolosluğu’nun önünde demirledi!

Bu ülkenin Müslüman halkının yangın yerine dönen yüreği, hem manevî olarak mazlum Filistin halkının yanında olduğunu gösterdi hem de Türkiye’nin adım adım gelişini besledi...

Büyük resmi görelim mutlaka: Filistin kuşatması, Filistin’in de, mazlumların da tarih boyunca da, günümüzde de koruyucusu Türkiye’nin kuşatılmasıdır. Bunun için İsrail, İran’ın önünü açıyor, İran da İsrail’in önünü!

Türkiye’yi devre dışı bırakmak, one minute’le başlayan liderlik rolünü bitirmek için İran kurtarıcı olarak hazırlanıyor...

Fakat artık çok geç...Türkiye, maddî bakımdan, savunma sanayii bakımından bağımsızlığını ilan etmek üzere...

Sırada manevî (eğitimde, düşüncede, kültürde, sanatta, medyada) tam bağımsızlığına giden uzun soluklu medeniyet tasavvuru yolculuğu var...

Manevî, kültürel bağımsızlık ve diriliş yolculuğunda artık daha fazla gecikemeyiz. Yaraya neşter vurulmalı, çocuklarımızın eğitimde, kültürde, medyada ve sanatta mankurtlaştırılmasının önünde dimdik duracak sağlam duvarlar, kaleler inşa edilmeli.

Üstad Necip Fazıl’la çıkılan yolculuk, alttan alta derinleşerek, gelişerek ve kökleşerek sürüyor...

Bu yolculuk kıvamını bulacak, öncülerini ve eserlerini çıkaracak, önümüzü açacak inşallah...

Biz, geleceğiz... Biz gelince, emperyalistler defolup gidecek!

Biz, “bekleneniz”. Dün, Filistin’deki genç şehidin tabutuna sarılan Türk bayrağı, bizim “beklenen” olarak görüldüğümüzün çarpıcı semiyolojik göstergesidir.

Bütün azmanlıkları, azgınlıkları ortadan kaldıracak, insanlığa yeniden insanca, hakça bir dünya kuracak hakikat medeniyeti yolculuğunu biz armağan edeceğiz...

İçinden geçtiğimiz asra damgasını vuracak cümle şu öyleyse: Dünya bize gebe, biz hakikate…

İsrail devletinin akademi, medya ve lobi aracılığıyla ürettiği “İsrail’in terörizmle mücadele” söylemi, kendisine karşı her türlü eylem ve eleştiriyi ortadan kaldırmak için kullanılan bir aparat oldu. Zachary Lockman’ın “Contending Visions of The Middle East” kitabında ifade ettiği gibi, İsrail, 1990’lar boyunca özellikle medyada neredeyse bütün Filistinli örgütleri terörist ilan etmek suretiyle, Filistinlilere yapacakları saldırı ve müdahaleleri meşrulaştırmak istemiştir. Bu anlamda Benjamin Netanyahu’nun tarih içerisindeki rolü de kendi işgal politikalarına meşruiyet kazandırabilecek bir söylem alanı oluşturmak idi.

Nitekim Netanyahu’nun “medeniyetin güçleriyle barbarlığın güçlerinin mücadelesi” olarak tanımladığı terörizmle mücadele konusu geniş bir ağın desteğine mazhar oldu. Netanyahu’nun 80’lerin sonu ve 90’ların başında terörizmle ilgili yazdığı kitapların içeriği ve bu kitaplardaki yazar kombinasyonu, bu ağın ayrıntılarını görmek anlamında önemli. Avrupa ve İsrail sağının yanı sıra ABD’deki neo-muhafazakar kanadın desteğiyle kurulan bu ağ, günümüze kadar süren İsrail politikalarının arka planını göstermesi anlamında önemli. Geniş bir lobi ve kurumsal desteğe sahip olan İsrail’in bugünkü işgal politikalarını anlamada sınır ötesi desteğin rolü büyük. Öyle ki ABD Dışişleri Bakanı Blinken İsrail’e gittiğinde “Ben buraya bir Yahudi olarak geldim” demekte ve İsrail’e olan katıksız desteğini sergilemektedir.
 
MEDYA YÖNLENDİRMESİ

Edward Said “Haberlerin Ağında İslam” başlığıyla Türkçe’ye çevrilen eserinde, ABD medyasının desteğiyle, İslamiyet terör ve Filistinlilerin ayrılmaz bir bütün olarak temsil edildiğini ifade etmektedir. Said’e göre uzun yıllar boyunca medya, karikatürler, talk show ve romanlarda inşa edilen Müslüman imajı, kana susamış terörist ya da şiddet yanlısı tiplerdir. İlgili kaynakların yoğun biçimde sunduğu İslam ve Müslüman algısının toplumsal karşılığı ile ilgili de çok önemli sorunlar söz konusu. Batı toplumlarında kurumsal bir boyut kazanan İslamofobi olgusunun geldiği nokta ortada.

Akademi, medya ve iş dünyasında yoğun baskılara maruz kalan Müslümanların Filistin ve İslam dünyası ile ilgili tutumları da dikkatle takip edilmekte ve bu tutum kendileri açısından politik bir silaha dönüştürülmektedir. Geçtiğimiz günlerde İsrail devletinin zulmünü protesto eden Harvard Üniversitesi öğrencileri ile ilgili alınan kararlar, Müslümanlara karşı gösterilen dışlayıcı politikaların hangi noktalara geldiğini açıkça göstermektedir. Protestoya katılarak İsrail terörünü dünyaya duyurmaya çalışan öğrencilerin isim listelerinin üniversite yönetiminden talep edilmesi ve ilgili öğrencilerin ömür boyu işe alınmaması İsrail lobisi tarafından talep edilmektedir. İsrail’e yönelik protestoların Avrupa’nın birçok kentinde ciddi bir mukavemetle karşı karşıya olduğu da görülmektedir. Örneğin Berlin Savcılığı ve polisi “Nehirden denize Filistin özgür olacak” ifadesini suç saymakta ve İsrail karşıtı protestoculara yönelik şiddet uygulamaktadır. Söz konusu protestolara yönelik gösterilen kurumsal karşıtlık ve medya ayağındaki Filistin karşıtı söylem, tek taraflı bir enformasyon akışını hedeflemektedir. Batı medyasının da önemli ölçüde görmezden geldiği bu protestoların İngiltere ayağında BBC’nin önünde yapılan protestolar, bu yönüyle Batı medyasının ortaya koyduğu iki yüzlü tavra karşı da önemli bir karşı duruştu.

SOSYAL MEDYA SANSÜRÜ

İsrail’in son dönemdeki işgal politikaları ve Filistin’e yönelik saldırgan tutumu ile ilişkili her türlü eleştirinin sosyal medya platformları tarafından ciddi bir sansüre tabi tutulduğu görülmektedir. Öyle ki Facebook, Youtube ve Twitter’ın İsrail eleştirilerine karşı gösterdiği tavra yakından bakıldığında, İsrail’in zulmünün dünya kamuoyunda duyurulmasını engelleyen bir politikanın varlığına tanık olunmaktadır. Örneğin İsrail’in Filistin’e soykırım uyguladığını söyleyen kişilerin Youtube hesaplarının askıya alındığı son günlerde sıklıkla karşılaşılan bir durum. Twitter’da da özellikle İsrail’e yönelik eleştirilerin hassas içerik olmak üzere birçok yöntemle gölgelendiği bir gerçek. Dijital alandaki hak ihlalleri konusunda çalışmalar yapan uluslararası kuruluşların raporlarına göre sosyal medya platformları Filistinli gazeteci ve aktivistlerin ürettikleri içerikleri kısıtlamakta ve hesaplarını askıya almaktadır. Bir tür “dijital apartheid”a maruz bırakılan Filistinlilerin sosyal medyada sessizliğe mahkûm edilmesi, tek taraflı ve kontrol edilen bir medya mantığının geldiği noktayı bütün boyutlarıyla göstermektedir.

Diğer tarafta ise İsrail devleti ve Batı medyasının ürettiği dezenformasyonlara karşı ise herhangi bir müdahale de bulunmamakta Filistinleri zora sokacak bir bilgi kirliliğine neden olmaktadır. Örneğin İsrail medyasında çıkan ve sonrasında kısa bir sürede sosyal medyada yayılan İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın 40 İsrailli bebeğin başını kestiği haberlerine yönelik asılsız haberlere herhangi bir filtreleme uygulanmamıştır. Karşı propaganda ve bilgi kirliliği yaratarak enformasyon alanını zehirleyen bu tutuma karşı sosyal medya platformlarının duyarsız kalması önemli bir sorun. Buna ek olarak uzunca bir süredir medya mensuplarına yönelik şiddet uygulayan İsrail’in Freedom House başta olmak üzere etki düzeyi yüksek olan izleme örgütleri tarafından kınanmaması da, İsrail’in devlet terörü uygulama noktasında elini güçlendirmektedir. Gelinen noktada çocuk, sivil ve kadın demeden sistematik biçimde soykırıma devam eden İsrail’in bir terör devleti refleksi gösterdiği gerçeği çağımıza vurulan bir kara leke olarak anılacaktır.

70’li yıllarda, rahmetli babam, her akşam saat 10’da elindeki çekici, testereyi, rendeyi bırakır, radyonun sesini açar, bir sigara yakıp karanlık ufka bakarken pürdikkat haberleri dinlerdi. Küçük marangoz atölyesinde babamın etrafında koşuştururken radyodan yayılan, nerede, kim olduklarını bilmediğim onlarca özel isim zihnime kazınırdı: Filistin Kurtuluş Örgütü, Yaser Arafat, Emel Örgütü, Falanjistler, Dürziler, Mişel Ayun, Emil Cemayel, Menahem Begin, Ariel Şaron, Nebih Berri, Velid Canbolat, Lübnan, Mısır, İsrail, Araplar…

16 Eylül 1982’de, Lübnan’daki Sabra ve Şatilla Filistin Mülteci Kampı’nda, İsrail himayesinde Falanjistler binlerce masum Filistinliyi katlettiğinde 12 yaşındaydım. Korkunç bir katliamdı. Bütün o isimler zihnimde yerli yerine oturdu.

Ne radyo haberleri, ne aile telkini, ne imam-hatip öğrencisi olmam, ne de merhum Erbakan’ın dilinden düşürmediği, uğruna 12 Eylül darbesinin yapıldığı mahzun Kudüs belirledi safımı. Ulus’taki bir sanat galerisinde gördüğüm Sabra Şatilla katliamı fotoğrafları yüreğime işledi. Kalbi olan Filistin’in yanında dururdu. Kalbim vardı, Filistin’in yanında durdum.

Sonra hep yakından izledik Filistin’deki gelişmeleri. İntifadalar, katliamlar, işkenceler, Yaser Arafat’ın Filistin devletini ilanı, Arafat’ın Filistin’e dönüşü, Hamas’ın kuruluşu, Lübnan’ın işgali ve daha nicesi…

Yarım asır sonra, geriye dönüp bakınca, bir kısırdöngü içindeymişiz gibi hissediyorum.

Önce İsrail baskıyı artırıyor, sonra Filistinlilerden itiraz ve isyan geliyor, İsrail var gücüyle Filistin’e saldırıyor, oluk oluk Müslüman kanı akıyor, dünya susuyor, Batılı devletler olan biteni görmezden geliyor, Birleşmiş Milletler cılız bir kınama yayınlıyor, ABD İsrail’e tam destek veriyor, Müslüman devletler göstermelik toplantılar düzenleyip korkak bildiriler açıklıyor, biz sokağa çıkıyoruz, bağırıyoruz, slogan atıyoruz. Sert manşetler, keskin makaleler, zirveye ulaşan duyarlılık, samimi dualar… Onlarca, yüzlerce Filistinli öldükten, İsrail’in işgali biraz daha genişledikten sonra ortalık duruluyor, konu kapanıyor.

Aynı senaryoyu defalarca ama defalarca izledik.

Filistinliler bir asırdır yokluktan, açlıktan, susuzluktan, itilip kakılmaktan, sürgünden, mülteci kamplarında sürünmekten, açık hava hapishanelerine istiflenmekten, cenaze defnetmekten, bebeklerine ağıt yakmaktan, ölmekten yorulmadılar; ben, daha doğrusu benim neslim yarım asırda, uzaktan, çaresiz izlemekten yorulduk…

Sanki 50 yıldır aynı videoyu tekrar tekrar izliyorum. Şu an Gazze’ye bombalar yağarken sanki her saniyesini ezbere bildiğim bir filmi seyrediyorum.

Hiçbir şey değişmiyor: Sadece Filistinlilerin şartları biraz daha zorlaşıyor, sadece İsrail haritası biraz daha genişleyip Filistin haritası biraz daha daralıyor.

ABD Gazze sahillerine bir uçak gemisi gönderdi, ikinci uçak gemisi yoldaymış; İngiltere’den iki uçak gemisi İsrail’e destek amaçlı yola çıkmış. İşte, oysa ne kadar korkaklar, ne kadar ürkekler. Sadece onurlarıyla ayakta ölmekte olan bir halktan bile korkuyor, tir tir titriyorlar oysa.

Petrolü olan, milyar dolarları olan, kendi halklarını ya da komşu Müslümanları öldürmek için en modern silahları satın alan, kahramanlarıyla, zaferleriyle, inşa ettikleri medeniyetlerle tarihe nam salan, sadece, evet sadece tükürükleriyle İsrail’i boğabilecek onlarca devletin suskunluğu, sessizliği, tepkisizliği yoruyor beni, benim neslimi.

Evet, İsrail’in eli uzun. Evet, ABD, İngiltere tehdit ediyor. Evet, bencil Avrupa, Yahudilerin topraklarına geri dönmesinden korkuyor. Evet, saltanatları, koltukları, iktidarları pamuk ipliğiyle bağlı. Evet darbelerle tehdit ediyor, indirip yükseltiyorlar. Ama hiç mi kalpleri yok? Olan biten hiç mi yüreklerine dokunmuyor? Allah’a, kıyamete, Hesap Günü’ne bu kadar mı inançsızlar?

Yoruldum, benim neslim de yoruldu ama yılmadık elbette. Müslüman olmamız umutsuz olmamıza engel. Allah’ın mutlaka bir hesabı var. Bu kadar mazlumun ahı elbette çıkacak. Allah mutlaka iyilerle beraber ve sabredenler elbette kazanacak. Bu zulüm elbette sona erecek. Filistin’in onurlu direnişi elbette bizi de diri tutacak.

Ama bu ihanetten, bu kayıtsızlıktan, bu vurdumduymazlıktan, bu ihtilaflardan, fitneden, koca koca devletlerin bu acizliğinden, bu onursuzluktan, bir araya gelemeyişten yoruldum.

Radyoda “Akşam Ajansı” sona eriyor, türküler başlıyor. Babamın küçük marangoz atölyesini, kırık radyodan cızırtıyla yayılan Celal Güzelses’in yanık sesi dolduruyor: “Hasta düştüm gelmedin, bari can verende gel”.

Bu yazının gâyesi, Filistin’de yaşanan trajediye ışık düşürmektir. Orada yaşananlar, eğer bâzı iyimser beklentiler doğrultusunda daha fazla büyümeden sona erse de; kötümserler kulübünün öngörüleri doğrultusunda büyüse de fark etmeyecektir. Modern insanlık târihinde, eşi benzeri olamayan bir kırılma yaşadığımız âşikâr. İki bölüm hâlinde bu kırılmanın bir değerlendirmesini yapmak istiyorum.

Gerek kadim gerek modern siyâset, nihâyette sistemik bir denge işidir. Bu denge, bir örüntü (pattern) olarak siyâsetin devamlılığı için asgarî bir şarttır. Meselâ kadim siyâset açısından adâlet tam da bunu ifâde eder. Adâlet çift taraflıdır. Devlet ve onu idâre eden siyâsal seçkinler, teb’a için can, mal, ırz husularında emniyeti sağlamak, kan dâvâlarını nihâyetlendirmekle yükümlüdür. Kontrolü sağlamak husûsunda ise kırmızı çizgi keyfîlik ve zulümdür. Bir iktidârın meşrû olabilmesinin, inandırıcılık ve otorite sağlamasının asgarî şartıdır bu. Buna mukâbil tebâ da, veri hiyerarşik iş bölümünü kabûl edecek, iktidârların sâhasına müdâhil olmayacaktır. Denge tam da bu noktada sağlanır. Aksi takdirde, tâbiyet tartışmalı olur. Kadim isyân târihlerinde hep bu dengenin bozulmuşluğu belirleyici olmuştur.

Modern siyâsette, tablo farklı değişkenlerin devreye girmesiyle seyreder. Siyâsal iktidârların meşrûiyeti veyâ tâbiyet başka şartların varlığına bağlı hâle gelmeye başlamıştır. Artık siyâsal toplum veyâ ulus olarak anılmaya başlamış olan modern teb’anın yükümlülüklerinin neler ve ne kadar kadar olacağı, bireyler ve sınıflara âit hak ve özgürlüklerin sâhası ile dengelenme şartına bağlanmıştır. Buna ilâveten devlet ve onu idâre eden siyâsal seçkinler ile ulus arasındaki bu denge, adına kurucu yasa denilen metinler ile kayda geçirilmiş; bu sûretle garantiye alınmıştır.

Aslında, sistemik siyâsal dengelerin ömrünü tâyin eden meselenin bir kaynak meselesi olduğunu anlamak çok da zor değildir. Sâhip olunan kaynaklar sağlama alınmış ise denge devâm eder. Hele hele bu kaynaklar belli bir zamân periyodunda arttırılabilir mâhiyette ise sistemik işleyişler devâmlılık sağlar. Bu çerçevede kadim dünyâ için söylenebilecek olanlar mahduttur. Toprak ile suyun buluşmasına bağlı olan verimli ziraat alanlarının ve dünyâ ticâret dolaşımını sağlayan ticâret yollarının kontrolü, vergi toplama becerisi birincil derecede mühimdir. İkincil olarak fetihler görece kapasite arttırımı sağlar. Ama zirâî medeniyette bunlar kelimenin semantik mânâsını tam olarak karşılar mahiyette iktisâdî; yâni mahduttur. Veri döngüler üzerinden tabiatın süprizleri zirâî üretimi geriletir,ticâret dolaşımı aksar, yayılma (fetih) imkânları ortadan kalkarsa sistem krize girer. Bunun neticesinde devletler açıklarını kapatmak için iç sömürüyü derinleştirir, ceberrutlaşır. Bu da sistemi taşıyan moral ilkelerin aşınmasıyla tezâhür eder. Yolsuzluk, rüşvet, irtikap, mahallî sömürü yaygınlaşır. Bu da sayısız istikrarsızlılara, isyanlara yol açar ve sistemik bir çöküş başgösterir.

Modern dünyâda da kaynak ve onun dağılımı eş derecede belirleyicidir. Lâkin biliyoruz ki modern dünyâ iktisâdî değil, ekonomik değerler üzerine oturur. Tabiat kontrol altına alınmış, tabiata bağımlılık ortayan kalkmıştır. Sınâî yapılanmalar üzerinden kârın maksimizasyonu iştahları kabartır. Modern talanlar, kadim talanlardan çok daha küresel ve çok daha vahşidir. Vahşeti gözlerden saklamak adına yoğun bir entelektüel faaliyet başlar. Yeni medeniyet telâkkisi ve iddiası, talanı yapan odaklar tarafından kıskanç bir şekilde tekelleştirilir. Modern bilim, araçsal akıl, teknoloji gibi talanı organize eden “değerler” yüceltilir. Bunların hakkını veren hâkim coğrafyaların toplumları kültürel olarak vaftiz edilir. Talan edilen ve bu değerlerden mahrum olan topluluklar ve coğrafyalar ise lânetlenir. Tam bir yanılsa(t)ma; paralaks ilişkisidir bu. Esasta vahşîleşenler medeniyet koltuğuna oturur; vahşete mâruz olanlar ise vahşî, geri olarak etiketlenir. Bununla da kalmaz iki marjinal süreç buna eklemlenir. İlk olarak “medenî değerler”, merkezden kenara doğru ihrâç edilir. Sayısız zavallı toplum, kendisini kurtarmak adına, bu değerlere ulaşmaya nâfile uğraşır. Onlar gibi sanayileşmek, kalkınmak, refaha ermek ister. Hâlbuki bu çok defâ imkânsızdır. Çünkü, yukarıda işâret edildiği üzere herşey kaynak meselesidir. Eksik kaynaklarla -burada sermâye birikiminden bahsediyorum- bu işi başarmak imkânsızdır. “Onların” başarısı ise zâten dünyânın kaynaklarını hortumlamakla sağlanmıştır. Bu şartlarda bağımlılıklar derinleşir, yeni kölelik türleri zuhûr eder. Burada ikinci süreç devreye girer. Bu bağımlılıklardan birisi de, “medenîlerin”, hortumlamadıkları dünyâ artığını iç transferler yoluyla kendi toplumlarında bölüşüme sokmaları ve bunun ekonomik, siyâsal, hukûkî nimetlerini üretmeleridir. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler süreci taçlayan kavramlardır. Bu nimetler, F.Fanon’un acı ve keskin nitelendirmesiyle “Yeryüzünün Lânetlileri”nde yeni kompleksler doğurur. Bilhassa medenî dünyâ ile avamdan çok daha fazla temasta olan entelijensiyalarda kendisini gösterir. Bir İsveç demokrasisi kendi memleketlerinde neden yoktur diye kahırlanırlar. Bu arada, kendi toplumlarının GSMH’sı ile İsveç’in GSMH’sı arasındaki farka bakmazlar.. Lânetleme furyasına onlar da katılır. Bu durumdan Rönesansı olmayan, Aydınlanma’dan nasibini alamamış, felsefesi olmayan, bilimsel ve akılcı düşünemeyen kendi toplumlarını, kültürlerini mes’ul tutarlar. Sonu gelmez kahır mektupları kaleme alırlar. Bahaneleri de fenâ değildir. Çünkü çarpık etkileşimlerden nasibini alan, örselenmiş, deforme olmuş, gelenekselliği de artık hayli tartışmalı hâle gelmiş geleneksel çevrelerin kaba saba tepkileri o kahır mektuplarının değişmez sermâyesidir.

Devâm edeceğim..

Gazze’de en yakınlarından 20 kişiyi kaybetmiş bir genç feryat ediyor, ağlıyor, nerde Müslümanlar diye bağırıyor? Kulak kesiliyorsunuz, ilk anda bu enkaz üzerinde per perişan sağ kalanlar için yardım istiyor sanıyorsunuz. Doğrusu bu ya bu manzaradan feryat eden insana dair ilk anda insanın aklına gelen bu oluyor. Ama iki cümle sonra bu feryat edenin kendisi için değil, kendisine yardıma gelemeyen, gelmeyi aklından bile geçirmeyen ümmete ağladığını, onun için feryat ettiğini anlıyorsunuz. “Ben kendime, kendimize ağlamıyorum, burada onuru çiğnenerek öldürülen ümmetin sessizliğine, acizliğine ağlıyorum. Yoksa ölüm hak, ha öyle ölürsünüz ha böyle, eninde sonunda ölüm gelir bulur.”
“Onlar bizi dinleselerdi de ucunda ölüm olan bu savaşa çıkmasalardı şimdi yaşıyor olacaklardı” diyorlar ya Resulullah zamanında çok bilmiş stratejik akılcılar. Kur’an da “yataklarınızda olsanız da ölüm gelip sizi bulmaz mıydı sanırsınız?” diye o en gerçek hakikati yüzlerine vuruyor ya. Özgürlük, onur, haysiyet mücadelesi ucunda ölüm de olabilen bir mücadeledir. Bu yolda ölmeye ölüm demiyor yolcuları. Bilakis o yoldan geri durmayı tam da tehlikeye atılmak, yani korkaklıkla duvarları örülen bir zindana, çıkışı da cehennem olan bir zindana tıkılmak olarak görüyor ki, bu, hakikatin ta kendisidir. Bizim ölüm zannettiğimiz şey ise o insanların bu dünyanın ahvaline, bu dünyada yaşayan herkesin de durumuna şahitlik eden bir şehadettir. İnsanı ve insanlığı ihya eden ölümün adıdır şehitlik.

İşte Gazzeli yiğit genç bütün yakınlarıyla birlikte tattığı o ihya eden ölümün penceresinden ümmetin içinde bulunduğu zindanı görüyor, tehlikeyi görüyor ve ona ağlıyor. Kendisini bu dünyada birkaç gün, birkaç yıl veya çok yıl hayatta tutacak bir yardım değil istediği. Onun bulunduğu yerden kendisine o stratejik akılları verenlerin hali çok tehlikeli görünüyor. Üç günlük dünyaya gark olup kâğıttan kaplanları büyük güç zannedenlerin asıl büyük güce, kendisinden başka hiçbir gücün bulunmadığı o sonsuz güce gafil kalırken düştükleri zavallılığa ağlıyor.

2 milyara yaklaşan nüfuslarıyla Müslüman ümmetin azıcık bir topluluk olan Kassam Tugayları karşısında İsrail’in düştüğü perişanlığı görmeyip hâlâ asıl tehlikenin onun gücünde olduğunu vehmetmelerine ağlıyor.
Gazze erleri belli ki giriştikleri işin sonunda başlarına neler gelebileceğini hesaplamışlar. Belki yaşadıkları gerçeklerle yaptıkları çıkış arasında oluşacak yeni kâr-zarar dengesini de hesaplamışlardır. Şimdiye kadar hiçbir ahlaki, insani kural tanımayan İsrail’in insanlığı kaydedebileceği en alçakça insanlık suçlarını irtikap ederek gerekirse bir soykırıma da tevessül edeceğini hesaplamamış da değiller. Bunu yaptığında her zamanki ABD ve Avrupa’nın, sözümona o medeni-demokratik, çağdaş dünyanın onun bütün suçlarını haklı göstereceğini, hatta savunmak için bile kılını kıpırdatmayacağını, doğrudan haklı ilan edeceğini de bilmiyor değiller. Savunmak için kıllarını kıpırdatmayacaklar, çünkü burada insanlık suçunun mağdurları Müslümanlar yüz yıldır normal insan olarak görülmüyor. Müslümanlar adına, bir insani mahkemede savunma veya iddiada bulunabilecek, bulunduğunda kaale alınacak bir güç yok. O yüzden kendini yormanın bir manası da yok.
 
11 Eylül sonrası ABD’nin Afganistan’a iki yılda attığı bombanın iki katı bir hafta içinde küçücük alanıyla Gazze’ye atıldı. Sivil hedefler, çocuklar, kadınlar hedef alındı ve binlercesi dünyanın gözü önünde öldürüldü. Burada öldürülen Gazzeli çocuklar değil, bütün Müslüman dünyanın şerefi, onuru, haysiyeti ve tabii ki özgürlüğü. Gazze’dekiler her gün ölüyor, her gün bombalanıyordu zaten. Ama dünyanın gözü önünde Müslümanların kanının, canının, malının bu kadar ucuz olduğuna, onlara yönelik insani suçların hiçbir muhakemeyi gerektirmeyen bir iş olduğuna dair bir meydan okuma var bu işte. Ve tabii ki bu meydan okumaya karşı 2 milyara yakın Müslüman dünyanın suskunluğu. Burada bombalar altında kim ölüyor, kim sağ kalıyor, sorulmaz mı?
Haksızlığı, kalleşliği, caniliği, katilliği, alçaklığı, yalancılığı sahiplenmek çok daha zordur aslında. Ama İsrail’in ABD’li Avrupalı dostları daha işin en başında bu zor işi yapmaktan geri durmadılar. Birçoğu utanmadan doğmamış çocuğun, kundaktaki çocuğun, hastanede tedavi gören yaralıların üzerine bomba yağdıran insanlık suçlusu İsrail’in yanında durduklarını hiç utanmadan duyurdular. Yıllardır yerinden yurdundan çıkardığı, katlettiği, zulmettiği, daracık bir alana hapsedip istediği zaman havadan karadan bombaladığı insanların çocuklarına karşı en modern ve en gelişmiş silahlarıyla saldıran savaş makinasının desteğe ihtiyacı varmış gibi. Hepsi birden utanmadan İsrail’in yanında silahlarıyla, paralarıyla, yetmese siyasi tavırlarıyla durduklarını duyurdular.
Sadece bu duruşlar bile modern dünyanın hatırlayacağı bir utanç olarak yetecektir. Orada mazlum olan, mağdur ve yardıma muhtaç olan hiçbir zaman İsrail olmadı. Mağdur eden, zulmeden, haksızca katleden, mallarını, evlerini, canlarını çalan hep İsrail oldu. Ama Avrupa ve ABD’nin ikiyüzlü medenileri bu alabildiğine asimetrik kavgada yine İsrail’in yanında durduklarını açıklama yarışına girdiler.
ABD Başkanı Biden daha ilk saatlerde 4 buçuk milyar dolarlık yardım paketi açıkladı ve savaş gemisini İsrail’e doğru yola çıkardı. Dışişleri Bakanı Blinken İsrail’e ziyarette bulunurken “bir Yahudi olarak, dayanışma ve tarafını açıklamak üzere” İsrail’e geldiğini açıklamaktan geri durmadı.
Peki bu reziller bu kadar rezaleti göze alarak İsrail’in yanında büyük bir iştahla dururken, Müslümanlara ne oluyor? Bırakın destek açıklamayı, bazıları elbirliğiyle bu neticeyi Hamas’ın haksızca veya en iyi ihtimalle stratejik akıldan yoksun bir saldırganlığının doğal bir sonucu olarak görüp akıl vermeye kalkıştılar.
Hamas’ın kimsenin aklına ihtiyacı yok. Gazze yiğitlerinin kimseden kendilerine yardım talep ettikleri yok. Bilakis onlar üzerine ölü toprağı serilmiş, Hakk’ın düşmanlarını gözlerinde çok büyüterek kendilerini alabildiğine küçültüp köleleşmiş insanlara duruşlarıyla yardım ediyorlar. Gazze’ye yapılacak olan yardım insanın kendisine yapacağı bir yardımdır.
Gazze bu haliyle insanları kurtuluşa davet ediyor, dirilişe davet ediyor. İnsanın elinden daha fazlası gelmese bile bütün ümit ışıklarının yittiği bir zamanda yakılan bu ışığı görmekten gelmez.
 

Bazen olayların patlama noktasına gelecek kadar yoğunlaştığı ve vahimleştiği durumlar, acıların bir hayata yavaş yavaş yayılan tesirlerini, o hayatları cenderesine alan güçlü kollarını unutturuyor bize. Filistin bir acılar coğrafyası... Seksen yıldır süren İsrail zulmünün sıradan insanların hayatlarına neler yaptığı gözümüzden kaçıyor çoğu zaman... Bugün bu hayatlardan birine, Filistin edebiyatının güçlü bir temsilcisi, şair Murîd el-Bergûsî’nin hikâyesine yakından bakalım istedim.

Bergûsî, Filistin edebiyatının ve şiirinin önemli temsilcilerinden biri... 8 Temmuz 1944 yılında Ramallah yakınlarında bir dağ köyü olan Deyr Gassânah’da dünyaya gelmiş. İlk ve orta öğrenimini Filistin’de tamamladıktan sonra Kahire Üniversitesi’nde İngiliz dili ve edebiyatı okumak üzere 1963 yılında Mısır’a gidiyor. Üniversiteden mezun olduğu 1967 yılında, Arap-İsrail savaşının patlak vermesiyle birlikte Filistin dışında olanların ülkeye girişi yasaklanıyor. Çok sayıda Filistinli gibi Murîd’in de Filistin’e girmesine izin verilmiyor.

Mezun olduktan sonra kısa bir süre Kuveyt’te öğretmenlik yapan Bergûsî, 1970 yılında fakülteden arkadaşı olan Radvâ Aşûr ile evleniyor ve 1977 yılında bu evlilikten Temim adında bir oğulları oluyor.

Temim’in doğduğu o yıl, Enver Sedat’ın İsrail ziyareti gerçekleşiyor ve bununla ilgili protestolar yaşanıyor. Bergûsî hiçbir protesto eyleminde bulunmamasına rağmen hukuksuz bir şekilde Mısır’dan sınır dışı ediliyor. Mısır Ayn Şems Üniversitesi’nde İngilizce profesörü olan eşi ve henüz bebek olan oğlunu geride bırakarak Mısır’dan ayrılmak zorunda kalıyor. Oğullarının Arapça bir eğitim görmesini istedikleri için Radvâ ve oğulları Temim, Mısır’da kalmaya devam ediyor. Bergûsî kısa bir süre Beyrut’ta, daha sonra 13 yıl Budapeşte’de hayatını sürdürüyor. 1990 yılında Ürdün’e geçiyor.

Bergûsî’nin sınır dışı edildiği tarihten sonraki ilk yedi yıl boyunca herhangi bir gerekçe dahi gösterilmeden Mısır’a girmesine izin verilmiyor. Daha sonraki yıllarda özel izinlerle her yıl bir veya iki haftalığına Mısır’a girişine müsaade ediliyor. Bu süre zarfında eşi ve oğlu her yıl Macaristan’a Bergûsî’nin yanına giderek kışları üç hafta, yazları ise üç ay birlikte kalıyorlar. Birbirlerinden uzakta zor zamanlar geçiren aile, 17 yıl süren sürgünün ardından Murîd el-Bergûsî’nin adının Mısır kara listesinden çıkarılmasıyla birlikte yeniden bir araya geliyor.

Oslo Anlaşması sonrası 1996 yılında nihayet Filistin’e girişine izin verilen Bergûsî, böylece 30 yıl aradan sonra memleketini yeniden görme imkânı buluyor ve bu kederli yolculuğu, “Raeytu Ramallah-Ramallah’ı Gördüm” adlı eserinde bir şaire yakışan bir incelikle anlatıyor.

“Ben İsrail’den dört yaş büyüğüm. Ve görünen o ki ülkem İsrail işgalinden kurtulmadan önce öleceğim. Çoğunu sürgünde geçirdiğim hayatım, bana şifası olmayan bir yabancılaşma ve hiçbir şeyin unutturamayacağı anılarla dolu bir hafıza bıraktı” diyen Murîd el-Bergûsî 2021 yılında Amman’da vefat ediyor. (Buraya kadar aktardığım bilgileri Zeynep Yıldırım’ın yüksek lisans tezinden alarak özetledim)

Bir sonraki yazıda “Raeytu Ramallah-Ramallah’ı Gördüm» kitabından dokunaklı birkaç paragraf paylaşmak istiyorum nasipse...

Filistin meselesiyle ilgili eylemlere katıldığımız günlerin üzerinden neredeyse otuz beş yıl geçmiş. Aslında bu, bizim gibi ellili yaşlarını tamamlamak üzere olanlar için oldukça uzun sayılabilecek bir zamandır. Fakat bakışımızı Filistin davasının ortaya çıktığı dönemlere çevirdiğimizde zamanın çok daha uzun olduğu görülür. 1917’de meşum deklarasyonun yayımlanmasıyla birlikte İsrail’in temelleri atılmıştı. İngiltere ve Fransa, Suriye vilayetini paylaşmış, Osmanlı topraklarını yeniden biçimlendirerek yeni müstemleke yönetimleri oluşturmuşlardı. Osmanlı topraklarını istimlak ettiklerinde “manda” kavramı ön plana çıktı. Zaman kolonyalist Avrupa devletlerini de değişime zorlamaktaydı. Onlar da döneme uygun tanımlamalar yapmak zorunda kaldılar. “Yönetmeyi bilmiyorlar, yönetilmeleri gerekir” ifadesi sıradan bir değişime işaret etmez. Bu değişime rağmen Filistin topraklarını kolonize etmeyi başardılar. “Filistinliler topraklarını sattı da bu hâle düştü, oh olsun!” diyenlerin anlamak istemedikleri de budur. Filistin kavram olarak vardı fakat eski Suriye vilayetinin bu bölgesi artık İngiltere yönetimindeydi. Yeni bir müstemleke kurulmuştu.

Ayasofya’ya doğru giderken ister istemez geride kalan zamanı düşündüm. 1980’lerin ikinci yarısında İzmit’teki Filistin mitinginde de değerli dostum Fikri ile birlikteydik. O zaman da uzun bir yürüyüş kolu oluşturulmuştu. Fakat bu sefer yürüyüş koluna dâhil olmayıp doğrudan miting alanına yöneldik. Ayasofya Camii’nin “sayesi”sinde ilk defa böyle bir nümayişe katılmaktan dolayı farklı duygulara kapılmamak mümkün değil. Eve döndükten sonra siyaset, bürokrasi ve iş dünyasından da ciddî bir katılım olduğunu öğrendim. Alanda İslam coğrafyasının hemen hemen her bölgesinden insanlar vardı. Saye onları da kuşatmıştı.

Batı dünyasının umumî olarak her şartta İsrail’e desteği din ve medeniyet bağlamında izah ediliyor fakat bu doğru değildir. İsrail, Avrupa devletlerinin ve özelde de İngiltere’nin İslam coğrafyasına yönelik yeni bir kolonyal projesiydi. Bu proje kısmî olarak başarıya ulaşmıştır fakat Filistin davası da yerde kalmamıştır. Geride kalan yüz yıllık zamanı göz önünde bulundurduğumuzda iki büyük savaştan birinde büyük kayıp yaşamamıza rağmen İslam dünyasının fikrî açıdan teslim olmadığını görmek zorundayız. Eğer fikrî teslimiyet yaşansaydı özellikle 1991’in başından itibaren ABD öncülüğündeki yeni istilanın İslam coğrafyasında büyük bir çözülmeye yol açması gerekirdi. Milyonlarca insan öldü, yerlerinden sürüldü, mülksüzleşti fakat o büyük coğrafî çözülme meydana gelmedi. Eğer emperyalistler gibi coğrafya genelini göz önünde bulundurursak üçüncü büyük gücün de Afganistan’da mağlup olması sıradan bir olay değildir. İslam coğrafyasının genelinde hedeflerine ulaşamadılar. Bu durum İsrail projesi için de geçerlidir.

Dünyanın farklı bölgelerinden Yahudi topluluklarının ezici bir çoğunluğunun İsrail projesine destek verdiği bilinmektedir. Fakat bu durum İsrail’i dinî bir proje olarak görmemiz için yeterli değildir. Theodor Herzl de İsrail’i bir müstemleke projesi olarak tasarlamıştı. On dokuzuncu yüzyıl emperyal bir dönem olduğu için bu yeni tasarı döneme uygundu. Herzl’in İsrail projesini tasarlarken umumî olarak Doğu Avrupa Yahudileri üzerine hesap yapmasında da şaşılacak bir şey yoktur. Onları Filistin’de toplayarak medenîleştireceklerini düşünüyorlardı. Filistin onlar için bir ıslah yeri olacaktı. Fakat Herzl bu projeyi tasarlarken bir “Alman” olarak hareket etmişti. “Old New Land” adlı kitapta başkahramanın bir Alman burjuvası ile yola çıkması anlamlıdır. Bu yeni ülkenin dili de Almanca olacaktı. Aradan yıllar geçtikten sonra Alman vahşeti yerine Hitler zulmünden bahsedilmesi de sıradan bir hadise değildir. Açıkça ifade etmek gerekirse Yahudilerin de uyanışa ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Doğu Avrupa Yahudileri ile Batı’da yaşayanlar arasındaki fark elbette onların bir sorunudur. Fakat İslam coğrafyasında Batı adına büyük bir yıkıma sebep oldukları da çok açıktır. Göç, topraksızlaşma ve mülksüzleşme gibi kavramlar kolonyal çağları hatırlatmaktadır. Kuşkusuz bu kavramlar çok büyük olayları göstermektedir ve bunların ne tür sonuçlar doğuracağı da çok belli değil. Bunun gibi geride kalan yüz yıllık zamanda İsrail’i tasarlayanlar ya da bu projeye yatırım yapanlar hedeflerine ne kadar ulaştı sorusunu da cevapsız bırakabiliriz. Fakat Yahudiler için farklı cümleler kurulabilir. İsrail, Batı Avrupa ülkelerinin ve özelde de İngiltere’nin müstemleke projesiydi ve Yahudiler bu projede araç olarak kullanıldı.

SAYGILARIMIZLA

GENEL BAŞKAN

MEVLÜT KANDEMİR

 

DIŞ İLİŞKİLER BAŞKANI

ABDÜLKADİR ERKAHRAMAN

 

AFRİKA İŞLERİ BAŞKANI

EMRE ERGİN-PRINCE MAGBO GEORGE

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve sivasbulteni.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.